Klasik Müzikte Klasik Dönem

   Özellikle müzikte olmak üzere, bir çok alanda sık sık kullanılan klasik kelimesi, ülkelere ve çağlara göre çok değişik gerçeklikleri kapsar. Klasik müzik popüler veya hafif diye adlandırılan müziklerin karşıtı gibi ele alınabilir ve o zaman Pérotin den (ykl.1200)Pierre Boulez in izleyicilerine (XX.yy sonu) kadar bütün yüksek (veya ciddi)Avrupa müziğini içine alır. Bu bağlamda ( Avrupa dışı müziklerin tersine) klasik müzik ile çağdaş müzik ayrımı yapılabilir ve çağdaş müzik, mesela Debussy'den veya Boulez-Stockhausen kuşağından (1945) başlatılabilir. Ayni şekilde klasik müzik, romantik müzikten, barok müzikten, Rönesans müziğinden ve ortaçağ müziğinden de ayrılmaktadır. Ne var ki bu anlamda Lully ve Rameau'nun Versailles klasikçiligi ile Haydn, Mozart ve Beethoven'in Viyana klasikçiliği, ne zaman, ne teknik, ne de estetik olarak biribirine karıştırılamaz; hatta bunların birinden ötekine geçisi, çok önemli bir kültür olayı olan Soytarılar savaşı (1752 de, Fransız müziği ile İtalyan müziği taraftarları arasında Pariste çıkan sanat kavgası) simgeler.

 

Edebiyatta olduğu gibi müzikte de klasik teriminin kullanılışı çok eski değildir (ilkin 1800 ler civarı) ve romantik teriminden daha sonra kullanıldığı kesindir. Son olarak şunu da belirtelim ki, Goethe'den itibaren, yani XIX. yy'in başından beri müzikteki klasik-romantik karşıtlığı, zihinleri, özellikle de yazarların zihnini epeyce meşgul etmiştir. Müzikte son barogun en büyük temsilcisi olan Bach 1750 de Leipzig de öldüğünde genç Haydn Viyana da ilk eserlerini yazıyordu. Bu olaylar bir yüzyılı iki eşit döneme ayırır. Birinci yarıya Bach hâkimdir. İkinci yarıdaysa Haydn yepyeni bir sanat ve toplum bağlamında, Mozart ile birlikte, Viyana’yı en azından yaratıcılık açısından, Avrupa’nın müzik merkezi haline getirir. Bu iki besteci XVIII. yy in ikinci yarısıyla özdeşleşir. Sonraki kuşaklar geriye dönüp baktıklarında böyle düşüneceklerdir. Özellikle Bach, ortaçağdan ve Rönesans'tan devralınan birikimi en uç noktasına ve zirveye ulaştırmıştır. Oysa onun çağdaşı olan bestecilerin büyük bir kısmı, besteleme tekniklerinin sadeleştirilmesi, armoni ve çokseslilik (kontrpuan) yerine melodiye öncelik verilmesi gibi eğilimler göstermektedir. Bach'in ölümünden hemen önceki ve hemen sonraki dönemlerde Bach'a oranla kesin bir yüzeysellik görülür. Yeni melodi anlayışı ileride daha da güçlenecektir, ama kompozisyon yoğunluğu bakımından bu yeni anlayışın yol açtığı kayıplar, yeni bir çokseslilik, yeni bir yoğunluk ve yeni bir müzik düşüncesi getiren Haydn ve Mozart dehaları sayesinde ancak 1780'e doğru telafi edilecektir. Haydn ve Mozart yetişme döneminde eserlerinin tek bir notasını bile bilmedikleri Bach'in üslubundan çok uzaktır. İkisinin de üslubunun ilk belirtileri, Bach'in ölümünden epeyce önce ortaya çıkmıştır ve Bach'inkinden çok daha fazla Telemann, Scarlatti gibi çağdaşlarının ve 1710 dolaylarında doğmuş olan ve bazılarınca ön-klasik diye nitelenen bestecilerin üslubundan izler taşır. Ön-Klasik denilen besteciler Kuzey Almanya'da Carl Phillip Emanuel Bach (Johann Sebastian'in dört müzisyen oğlunun ikincisi), Mannheim'da Johann Stamitz, Viyana'da Mathias Georg Monn ve Georg Christoph Wagenseil ve Milano'da Giovanni Battista Sammartini'dir. Italyan opera bestecilerinin ve Johann Adolf Hasse gibi, İtalyan olmayan ama İtalyan tarzı operalar yazan bestecilerin de apayrı bir yeri vardır. En azından XX.yüzyılın ortalarına kadar, Haydn (1732-1809) ve Mozart'in (1756-1791) son eserleri ve Beethoven'in hemen hemen bütün eserleri, bestecilerin ve dinleyicilerin düzeylerini belirleme konusunda mihenk taşı sayılacaktır. Özellikle bu anlamda bu üç besteci klasiktir. Onlar tarihte keşfedilmeye ihtiyaçları olmayan ilk bestecilerdir. Bu onlardan önceki bütün bestecilerin büsbütün unutulduktan sonra XX. yüzyılda yeniden hatırlandığı Haydn ve Mozart'in eserlerinin (hiçbir zaman Bach gibi bir köşede keşfedilmeyi beklememişlerdir.), 19. yüzyılda da günümüzdeki kadar tanındığı, anlaşıldığı ve çalındığı anlamına gelmez. Ama Haydn ve Mozart, kendi dönemlerinden günümüze kadar repertuarda ve dinleyicinin zihninde çok sağlam bir yer edinmişlerdir. Aslında, onlar en büyük eserlerini, o dönemde ortaya çıkan ve istensin veya istenmesin, bugün de müzik hayatımızın temelini oluşturan konserler için yazmışlardır. Aynı şekilde senfonik orkestrayı yarattılar ve (özellikle Haydn) yaylılar dörtlüsünden senfoniye kadar yeni türlerin parlak örneklerini verdiler. Bu bestecilerin piyano sonatlarını ve (özellikle Mozart tarafından) temelden değiştirilen konçerto türündeki eserlerini ve operalarını da anmak gerekir. Senfonik müziği (veya orkestra müziğini) oda müziğinden ayırdılar ve Germen, hatta Viyana müziğinin, bir buçuk yüzyılı aşkın bir süre boyunca bütün Avrupa'ya hâkim olmasını sağladılar. Nihayet, bu müzisyenler sanatçının özgürlüğü ilkesini iktidarlara ve topluma kabul ettirdiler.

 

Klasik üslup 1780-1815 arasında en parlak dönemini yaşadı. Bu dönemde Avrupa'da Fransız devrimini hazırlayan olaylar, sonra devrim, hemen ardından patlak veren olaylar yaşandı. Kökenlerine eğinildiğinde görülür ki Viyana, 1750'ye doğru diğerleri gibi bir merkezdir. Ama en küçük bir kuramsal spekülasyona girişmeksizin denebilir ki, Viyana üslubu-Başlangıçta, mesela Mannheim üslubundan daha az şaşaalı daha az heyecan yaratıcıdır- Ama çok geçmeden ( Haydn'in 1760'lardaki senfonileriyle kesin olarak), en ileri ve en anlamlı biçimsel ve tonal arayışlarla özdeşleşmiştir. Ve sonunda, 1800 insanları için, tek başına (veya hemen hemen) orkestra müziğinin ve yüksek düzeyli oda müziğinin temsilcisiydi, hatta Viyana üslubu, orkestra müziğiyle tamamen özdeşleşti. Bu bakımdan İtalya’dan ve 1789 öncesi ve sonrası Fransa’sından olduğu kadar, kurumsal etkinliklerin yoğun olduğu, ama Viyana okulunun üstün başarılarıyla kıyaslanabilecek hiçbir şey ortaya koyamayan Kuzey Almanya’dan da ayrılır ve Empfindsamkeit tan doğrudan doğruya romantizme geçer.

 

Öte yandan Viyana üslubu, yalnız Kuzeyin ve Güneyin (İtalya) değil, Doğu ve Batının da(Haydn, Slav dünyasının çok yakınında doğmuştur) birleştiği bir yer olarak görünür. Son olarak şunu da belirtmek gerekir ki, Viyana üslubunda yalnız değişik halkların değil, değişik toplumsal katmanların duyguları da (1770 e doğru, Kuzey Almanya'da Haydn'in avama yönelik üslup özelliklerine karşı gösterdiği sert tepkiler, bunun kanıtıdır) bir araya gelmiştir. Viyana üslubu kültürlü kesime yönelik olanla basit halka yönelik olanı da, aristokratik olanla amiyane olanı, hiçbirine hiçbir şey kaybettirmeden birbirine karıştırdı ve bunların evrensele yönelen bir sanat dünyası doğurduğunu kabul ettirdi. Bu insanca özelliklere, 1780lerde, 2. Joseph'in hükümdarlığı döneminde, Viyana’nın aydınlanma ruhunun getirdiği entelektüel bir kaynaşma ortamı oluşu da eklendi. Haydn ve Mozart, bu arada olgunluk dönemindeydiler ve bu ortamdan beslenmeyi bildiler. Mozart’ın sihirli flütü (die Zauberflöte 1791) bunun kanıtıdır, bu eser Viyana ruhunu, dolayısıyla dönemin özünü yüceltmiştir. Buna tepkiler gecikmedi, ama Haydn, Yaratılış (1798) adlı oratoryosuyla Beethoven Fideliosuyla (1805-1814) hatta Metternich Sistemi sırasında 9. Senfonisiyle (1824) geleneği sürdürdü. 9. Senfoni, bütün insanların kardeş olduğunu ilan etmekle kalmayıp, kesinlik taşıdığı bir çağdan kaynaklanan son sarsıntıdır.


Ekleyen : dersimiz.com